Kara Gürültünün Sesi
"Fell On Black Days" Üzerine Düşünceler
Siyah, ışığın yokluğudur, gölgedir. Yutan, yansıtmayandır. Kapanmak ile de özdeştir, aynı zamanda matemdir. Siyahın sesi ise; sessizliktir yani yok olandır.
Bunun tam karşıtı beyaz, seslerin, renklerin birleşimi ve yansıtanıdır. Beyazın sesi yatıştırandır.
Bu yazının konusu olan şarkı siyah ile ilgili olsa da, siyahı beyaz olmadan anlamak mümkün değildir, söz konusu olan beyazın yokluğu dahi olsa.
Yaşamına kendisi son vermiş birisinin ardından bilinmeyen, bilinemeyen, görülmeyen ve duyulmayan yani kara olanla karşı karşıya kalırız. Geride bırakılmış ve özellikle o karanlık ile ilgili bir şarkı, beyaz olmasa da bir renk olarak belki işlev görebilir, o karanlığı biraz anlaşılır kılabilir. Sanatçının bu şarkı ile karanlık bir alanı, yani içeriyi tarif etmeye çalıştığını da hissettiğim için sanırım farkında da olmadan seçtim bu parçayı. Dinlediğim günlerin Chris Cornell’in ölüm yıldönümüne denk geliyor oluşunu farketmem de sonradan oldu. Ilk etapta dikkatimi çekenin de şarkının sözleri olmadığını belirtmek isterim. Bir tını ve seslerin çıkarılma biçimiydi sanırım bu şarkının ne olduğunu bana hissettiren. O yüzden görsel, işitsel ve sözel olan üzerine birlikte düşünmeye çalıştım.
Aynı şarkının farklı kayıtları mevcut fakat klip çekilen versiyonu bence yukarıda bahsettiğim o “içeri” vurgusunu arttırıyor. Klipte şarkıdan bir süre önce, anne karnındaki seslere yakın bir frekansta olması itibariyle yatıştırıcı etkisi olduğu varsayılan beyaz gürültü duyulur ve kesilir. Kısa bir girişin ardından bir düşüşü andıran bir tını ile birlikte güneş tutulmasını andıran gölgelenmiş bir ışık görünür ekranda. Bütün içeriğe zaten siyah, beyaz ve gölgeler hakimdir. Çoğunlıkla yüz ve gözler, saç yahut gölgeler tarafından karartılmıştır. Karartılmadığındaysa kimsenin gören, temas kuran bir ifadesi yoktur. Boş bakan gözler kıyafetlerin üzerindeki baskıda bile mevcuttur. Her ne kadar izlenip dinlenmesi için ortaya konmuş olansa da bu malzeme; dışarıdaki yok sayılır gibidir. Buraya kadarki kısımda bir melankolidir sahnelenen. Freud’un tanımıyla melankolide kaybedilen nesnenin gölgesi benliğin üzerine düşmüştür.
Sözler devreye girdiğinde Cornell şarkıyı kapalı bir ağızla burun kanalı da kapalı bir şekilde icra etmeye başlar. Cümle sonlarında nefes almak için es vermesi beklenen yerleri nefes almadan söze döker. Nefes aralıklarını farklı yerleştirmiştir ve nefes almadan konuşmak gibi bir etki bırakır. Ilk sözler ise şu şekildedir:
“Korktuğum her ne varsa hayata geçti
Savaştığım her ne varsa hayatım oldu
Tam gün beni selamlar gibi karşılıyor görünürken
Güneş ışınları soldu
Şimdi çilemi dolduruyorum (vakit geçirmek)
Çünkü kara günlere hapsoldum”
Sözlerin çevirisi yorum barındırıyor olsa da çağrıştırdıkları bakımından büyük farklar yaratmayacağını düşünüyorum. Yukarıda da belirttiğim gibi bir düşüşü andıran tını ile içerisi konuşmaya başlar. Dışarıya fırlatılan tek sözcük “smile-gülümsemek” sözcüğüdür. Onun dışında düşülen yere ışık bile sızmamakta, gülümsemeler ulaşmamakta, dışarıdan gelen ile herhangi bir karşılaşma mümkün olmamaktadır. Bu haliyle bir hapishaneyi andırır, o yüzden çevirisini bu şekilde yapmanın daha isabetli olacağını düşündüm. Hapishanelerde etkinliklerinden dolayı edilgen bir konuma kapatılmış mahkumlar bulunur ve bazıları “kader mahkumu”dur onların. Tıpkı Cornell’in buradaki ve sonrasındaki sözlerle kendisini konumlandırdığı gibi. Korkulan canlanmış, savaşılan tarafından ele geçirilmiş, bu yolla sanki yenik düşülmüş ve büyük oranda cansızlaşılmıştır. Libidinal uyarıma izin vermesi muhtemel “smile-gülümsemek” sözcüğü ise içeriye etki etmesine izin vermeden dışarı fırlatılmaktadır öfkeyle. Kimi cümlelerin arasında nefes almamak, olası bir karşıt uyaranın araya girmesine izin vermemek içindir belki.
Bu noktada melankolik hareketin bazı dinamiklerini özetlemeye çalışmak bu parçayı ne şekilde algıladığımı ifade etmek açısından yararlı olacaktır.
Melankolinin yas durumu ile olan ilişkisine ilk dikkati çeken kişi Karl Abraham olsa da; Freud bunu “Yas ve Melankoli” ile kavramsallaştırmıştır. Her ikisi de bir kayıp deneyimine verilen cevap ile ilgilidir. Daha önce sevgi duyulmuş, libidinal yatırım yapılmış bir nesnedir bu kaybedilen. Yas çalışması kaybın kabullenilmesine, kaybedilen nesneye yönelik libidinal yatırımın geri çekilmesine ve başka nesnelere yöneltilmesine hizmet eder. Kişiyi bunu yapmaya iten ise; libidinal eğilimlerini terk etmeye dair gönülsüzlüğüdür. Melankolide ise; libidonun kayıp nesne ile bağlarını koparamamasıdır söz konusu olan. Libido benliğin içerisine geri çekilir, kayıp ile ayrışılamaz ve kayıp nesne benlikte bir kayıp olarak özümsenir.
Bu denli önemli bir kayıp durumunda bir boşluk oluşur. Freud'un tabiriyle yasta dünya boş ve çorak bir görünüm sergilerken; melankolide “ben” boş ve çoraktır. Kimin kaybedildiğinin bilindiği ama onda neyin kaybedildiğinin bilinmediği bir durumdur söz konusu olan.
Yasta hayatta kalmanın narsisistik tesellisine sığınılırken; melankolide kayıp nesneye yoğunlaşılmış ve benlik ketlenmiştir. Çünkü hayatta kalan olmanın suçluluğudur da gündemde olan. Dolayısıyla bir özgürleşme gerçekleşemez.
Başka bir nesneye kaydırılamamış yatırımlar temel bağımlılığın yadsınması gibi bir sonucu da beraberinde getirir. Bu yüzden bir ötekinin neden olabileceği uyarım reddedilir. Kapalı bir sistem içerisine hapsolunmuştur. Aslında bir ötekine yönelik olan saldırılar da içeri döndürülmüş durumdadır çünkü mevzu bahis ayrışılamayan, içeridedir. Başka bir ötekinin etkinliği etkin bir faaliyetle ortadan kaldırılır ve temel bağımlılığın bu reddi de yaşam ile ölüm arasındaki bir mücadeleye sürükler kişiyi. Bu reddediş, uyaran özellikle de libidinal bir nitelik kazandığında devrededir. Müzikal hazzın da acı seslerle doldurulması gibi belki.
Söz konusu kapalı işleyiş, varlığın bir devamlılık içinde algılanmasına, şimdiki zamanda yaşanmasına da imkan tanımaz. Ölü bir zaman içerisine hapseder, zamanı durdurur.
Parçanın sözlerine bu bilgiler ışığında bakıldığında; kaybedilenin içe alımının yarattığı tablo sunulmaktadır sanki. Melankolik bir yazgıya dair bu hapishane içerisinde korku giderilemez, acı yatıştırılamaz. Beyaz gürültünün ilk sığınak olan anne karnını temsil ettiği düşünülürse, bu sesin kesilmesi bir diğer sığınak olan içerinin nasıl bir sığınak olamadığını anlatıyor muhtemelen.
Şöyle devam ediyor sözler:
“Kimi iyileştirdimse hasta ettim
Kimi kucakladımsa yere serdim
Ruh feneri olduğum söylenir ama geceleri göremiyorum
Sadece doğru anladığımda numara yapıyorum
Çünkü kara günlere hapsoldum”
Bu kısım da ilk kısım gibi aynı monotonluğun sürdürüldüğü, kınama ve yakınmaların dile getirildiği bir devamlılık içinde seslendiriliyor. Ilk bakışta dışarısı ile ilgili olduğunu düşündürse de sözler; melankolide egonun bir yanının diğer yanına karşıt bir güç gibi hareket ettiğini belirtmek gerekir. Burada da tarif edilenin bu karşıtlık olduğunu düşünüyorum.
Ilk cümlelerde kimi deneyimlerin kesintiye uğruyor oluşu ifade ediliyor. Iyileştirirken hasta eden, yüceltirken yere seren, aydınlatırken karanlıkta bırakan bir dinamik. Sonrasında da yapmak ile olmak arasındaki farka işaret eden cümle “doğru anladığında numara yapmak.” Olmayan, tamamlanamayan ruhsal deneyimler.
Bu noktada kişinin kendisini gerçek, canlı ve bütünlüklü olarak algılamasının ön koşulu olarak Winnicott’un nesne ilişkileri kuramına başvurmak bahsi geçen olmayanı anlamak açısından yararlı olacaktır. Winnicott “birincil annelik meşguliyeti” kavramı ile bebeğe sunulan sevgi ve bakımın başlarda bir adanmışlık ile mümkün olduğunu, bunun da anne tarafından hissedilen bir olgu olduğunu ifade eder. Bu noktada “olmak” ve “yapmak” arasındaki farkın altını özellikle çizer. Anneliğin yapılan değil; olunan bir şey olduğunu belirtir. Bir “tutma” işlevi tanımlar ki bu da doğum itibariyle endişe ve rahatsızlık verici yaşantılar karşısında bebeğin korunmasını ifade eder. Var oluşun sürekliliği ve gelişimin sağlanması açısından tutma işlevinin önemini vurgular.Zamanla bu birincil meşguliyetin yerini “yeterince iyi annelik” misyonuna evriltmesi beklenir. Bu yolla bebeğin hem kendisini hem de dünyayı algılayabilmesine imkan tanıyan kapı aralanmış olur.Bu alan içerisinde bebeğin ihtiyaçları karşılanır ve narsisistik endişeler yaşanmaz. Öznel bir tümgüçlülük deneyiminin yaşanmasına imkan tanınır. ihtiyacı olduğunda dünyayı kontrol edebildiğine dair bir yanılsamadır bu. Ihtiyaç duyulan, bu bağımlılık deneyimlerinin yeterince yaşanabilmesidir. Arzu edilen nesnelerin dış dünyanın birer parçası olduğunu kavramak bunun sonrasında geçiş nesneleri gibi ara alanların oluşmasıyla mümkün olacaktır.
Bu düşünceler ışığında; anne karnı sonrasındaki kapsayıcı bir dünyanın ancak temas, görüntü ve ses aracılığıyla sağlanabileceğini söyleyebiliriz. Şarkının sözlerinde de zaten bu üç duyusal deneyime yer verilmiş. “ Kucaklamak, görmek, söylemek”. Bu üç deneyim de sürekliliği bozulmuş ve uyumsuz niteliğe sahip bir biçimde sunulmuş.
Melankolinin; kaybın içselleştirilmiş olması durumu olduğunu düşünürsek; bu sözleri ters bir biçimde okuduğumuzda, kayıp ile nelerin kaybedilmiş olduğu biraz daha açıklığa kavuşur belki.
“İyileştirildimse de hasta edildim. Kucaklandımsa da yere serildim.
Aydınlatıcım karanlıkta kaldı, görülmedim
Anlaşılmadım, karanlığa hapsedildim”
Freud melankolik hastalar ile sürdürdüğü çalışmalarında içeriye yöneltilenin aslında bir ötekine yönelik suçlamalar olduğunu, kişinin bunun bilincinde olmadığını,bu suçlamalar muhtemelen bir başkasına yönelik olduğu için özne tarafından bu kadar rahat ifade edilebildiğini söyler.
Parçanın bu dörtlüğünde dışarı fırlatılan sözcük “night-gece” olmuşsa da bu seçim muhtemelen ses uyumu ile ilgilidir. Asıl kabul edilmeyen uyaran “görmek” olsa gerek. Özellikle yadsınan bir eylemdir zaten görmek ve bu noktada yine üzerine gölge düşmüş ışık hatırlatılır.
Kara günlere hapsolunduğu tekrarlandıktan sonra şarkı monotonluğundan çıkar ve bir isyan dile getirilir, ses yükselir: “Nasıl bilebilirdim bunun benim kaderim olduğunu”. Bu isyan şarkının sonrasında da çokça tekrarlanacak, feryat edilecektir. Hissedilenin çıkarılan sese aktarılması bedenin ve yüzün de bu ifadeyi yansıtıyor olması ile mümkündür. Örenğin gülümseyerek çıkarılan bir “a” sesi ile gevşemiş bir ifadeyle çıkarılan “a” sesi birbirinden farklı olacaktır. Çok muhtemel bu parçann çekim esnasında canlı bir şekilde kaydediliyor olmasından kaynaklı bütün hislerin hem sese hem de görüntüye çok açık yansıdığını tahmin ediyorum. Yani bu kısımda da aslında yüze bakmak, yaşanan çaresizlik ve acı hissiyatını oldukça iyi aktarmaktadır. Sese de yansıyan bu duygu olmuştur.
“Kader” sözcüğü herhangi bir değişime yer bırakmayacak kadar kesin bir kanaati ve umutsuzluğu ima etmekte. Freud’un belirttiği gibi insan libidinal konumundan hiçbir zaman gönüllü olarak feragat etmez. Melankolide ise feragat edilmiş olandır bu. Benliği bir şekilde korumak adına buna mecbur kalmış olmak yadsınamaz derecede büyük bir acıdır. Lacanyen yaklaşımda da melankolinin yakıcılığı, yastakinden daha büyük olarak nitelendirilmiştir. Çünkü özne kayıp ile gerçekte bir karşılaşma halindedir, kayıp sonrası yeniden örgütlenme sürecine geçememiştir, dolayısıyla bulunulan bu pozisyoda kayıp ile ne yapacağını bilemez bir durumdadır. “Kader” söylemi aynı zamanda arzunun nafile görüldüğünü, dolayısıyla da arzusuz bir yerde bulunuluyor olmayı da işaret eder. Işte tam da bu en arzusuz, ilgisiz ve değersiz hissedilen yerde öznenin kayıp ile bir özdeşleşme halinde bulunduğunu belirtir Lacan. Melankoliyi kastrasyondan kaçış için bir çözüm olarak ele alır. Dolayısıyla bu özdeşleşme halinin özneye bir “jouissance” deneyimlettiğini belirtir. Bu terim acı ile zevki içinde barındıran bir deneyim anlamına gelmektedir. Aynı zamanda ölüm itkisine de götüren yoldur bu. Şarkıda bence bu kısım “kader” nitelemesinden hemen sonra gelmektedir. Gitarla çalınan acı ezgilerle Cornell’in sesi bütünleşir adeta bu kısımda. Bu acı seslerin birlikteliğini dinlemenin yarattığı bizdeki his de sanırım bir “jouissance” deneyimi olsa gerek.
“İyi görmek istediğin şey seni kör etti
Senin olmasını istediğin şey onu benim yaptı
O yüzden uçmasını istediğin şeyi kilitleme
Eller tokalaşmak içindir, bağlamak için değil
Bir değişim umrumda değil”
Burada yine bir süreliğine monotonluğa dönülür fakat son cümle hariç. Değişikliğin reddi çıldırırcasına haykırılır, başkasını uzak durmaya sevk edecek bir öfke ve kararlılıkla. Bu reddin bu denli şiddetli oluşu önceki dizelerde gerekçelendirlimiş sanki. Yukarıda Winnicott’un yeterince iyi anneliğini açıklamıştım. Söz konusu bebeğin hareketlerine istikrarlı bir yanıt ve bağımlılık ihtiyacının karşılanması kendilik gelişimi için merkezi bir yerdedir. Annenin bebeğin bu ihtiyaçlarının önüne kendi ihtiyaçlarını koyması bebek için bir boyun eğme gerekliliğini gündeme getirir. Spontan yani gerçek kendilik ile boyun eğen kendilik arasında bir fark oluşur. Sahte bir kendilik gelişir. Halbuki gelişim bir noktada uçabilmeye yani özgürleşebilmeye imkan tanımalıdır. Bu dizelerde mevzu bahis iç içe geçmiş olan, ötekinin arzusundan ayrışamaz bir kendiliktir zannımca. Dolayısıyla “fly-uçmak” gibi özgürleştirici çağrışımı olan sözcük dışarı fırlatılmaktadır yine.
Bu durumdaki değişim aynı zamanda kökensel nesnenin- her ne kadar bir kayıp da olsa bu- yitirilmesi anlamına da gelmektedir. Bu reddin şiddeti belki bu bağlamda da değerlendirilebilir.
Şarkı daha da şiddetlenen “kader” söylemiyle devam ederken, bu kadar yüksek seslerin tek başına bir bağırma haline dönüşmemesi sanırım şarkıcının boğazında yarattığı muhtemel tahribat ile ilgilidir. Bu haliyle aslında bir yandan da içine bağırıyor olmak gibi bir etki bıraktı bende.
Parçanın bütününde sanki hayal kırıklığı, öfke ve vazgeçiş döngüsü var gibidir. Bu döngü kimi zaman tek bir sözcük içerisinde bile mevcuttur. Yani müzikal ciddi bir yetenektir söz konusu olan. Fakat asıl dikkat çekici husus şarkının sonunun hissettirdiği o birdenbire vazgeçiyor olma halidir. Son cümlesini söylerken bile kısmen gitmiş gibidir bakışlarıyla. Daha çok şarkı bırakılmıştır, bitirilmemiştir. Zaten görüntülerde de sahne terkedilmeye başlanmıştır hemen. Cornell’in gerçeğine de denk gelen yaşamayı terketme ve vazgeçmiş olma gibi biter şarkı da. Hem de dışarıdan içeriye artık başka bir nefes girmesine izin vermemek, yaşama belki de en bağlayıcı noktada bulunan sesini susturmak suretiyle.
Kendini “gerçek”leştirmek adına sahip olunan bütün yetenekleri kullanmak olmuşsa da mevzu bahis, defalarca bunun sınırlarına dayanmak söz konusu olmuştur belki.
Belki de öfke duyulandan kurtulmanın yolu ancak kendi yıkımından geçmiştir, çünkü her ikisi de aynı yerde bulunmaktadır.