The Substance (Cevher)
Senarist ve yönetmenliğini Coralie Fargeat’nın yaptığı, Demi Moore, Margaret Qualley ve Dennis Quaid’in rol aldığı 2024 yapımı film.
Film; bir oyuncu olan Elisabeth Sparkle’ın çalıştığı programın yapımcısı tarafından yaşlanmış olması sebebiyle işinden kovulmasını ve bunun ardından Elisabeth’in “kendinin daha iyi bir versiyonu olma”yı vaat eden gizemli bir maddeyi kullanmaya karar vermesini konu almaktadır.
Ilk sahnede bir sıvı, yumurta sarısına enjekte edilir. Devamında yumurta sarısı hareketlenmeye başlar, başka bir sarı üretir ve daha muntazam bir yuvarlaklığa sahip bu ikinci yumurta sarısı ayrışır. Bu şekilde gizemli sıvının çalışma prensibi anlatılmış olur.
Film boyunca Elisabeth’in, içindeki cevheri ortaya çıkarmak suretiyle kendisiyle yüzleşmesine tanık oluruz. Bu yüzleşme de ayrılık deneyimlerine verdiği tepkilerden yola çıkarak şekillenir.
Ilk ayrılık işinden kovuluşudur. Bu kovulma sürecinde Elisabeth’in üretkenliğinin, doğurganlığının ve geçmiş başarılarının yapımcı tarafından değersizleştirildiğini görürüz. 25’inden sonra azalan yumurtalar, 50’den sonra duran o “şey”, geçmişin tozlu sayfalarında kalmaya mahkum ödüller ve başarılar. Bir kaza gibi beklenmedik, bütünlüğü tehdit edici ve sarsıcı bir etki yaratmıştır belki de kovulmak, zamansızdır sanki. Elisabeth’in bu süreçte kendine dair algısını ise muhtemelen yapımcısı ile yemek yerkenki sahnede görürüz: Parçalarına ayrılmış, dağılmış, tüketilmiş, tiksinti uyandıran ve kenara atılmış. O ana kadar sanki başkasındaki açgözlülüğün kurbanı gibidir.
Elisabeth filmde hayatını, hayatının anlamını ve başarılarını gözden geçirmesi, mirasını değerlendirmesi beklenen bir noktadadır. Yaptığı işi sürdürmesi için yaşlanmış olarak kabul edilmektedir ve yerini genç birisine bırakması söz konusudur. Iş hayatındaki bu son elbette kendi sonluluğuna dair bir yüzleşmeyi de beraberinde getirir.
Böylesi kayıpları daha dingin ve huzurlu kabullenebilmek; geçmişin hazlarına şükran duyabilmeyi ve bugünün hazlarından da keyif alabilmeyi gerektirir. Bunu yapabilmesi için kişinin kendisini, yaşamın deneyim ve zevklerinden pay almış hissetmesi gerekir. Başkalarının yaratıcı çalışmalarından ve mutluluğundan zevk alabilmek “haset” duygusundan muaf olabilmek ile ilgilidir. Böyle bir kabullenme yetisinin kökleri ise bebeklik dönemindedir der Melanie Klein.
Bir son ile uzlaşabilmeyi gerektiren bu yüzleşme ise Elisabeth’i tam tersi, yeniden başlamak gibi bir noktaya götürür. Tekrar doğmak.
“Cevher” Elisabeth için içsel nesneleri ile ilgili ilişkilerde bir metafor olarak değerlendirilebilir. Bir yeniden yaratım çabasıdır. Oysa işten çıkarılma sürecinde de işaret edildiği gibi yaratıcılık, üretkenlik ve zenginlik olmayandır Elisabeth’te. Yumurtlayamadığı söylenir ona. Eski zamanlara ait posterler, eski usul egzersizler, yalnız ve boş geçen zamanlar, soğuk dekore edilmiş, yaşamdan yalıtılmış bir daire, ilişkisizlik bu fakirliğin göstergeleri gibidir. Sahip olunan kaynaklar ile bir üretim, devamlılık çabasına girilmemiştir. Devamlılığın olmadığı yerde zaman kavramı da anlamsızlaşır ve bilinmeyen bir zamana konumlandırır kişiyi, tıpkı filmdeki zamansallığın da net olmayışı gibi. Bundan dolayı da bu sahneden çekiliş bir yok oluş gibi tezahür etmektedir.
“Cevher” mükemmel bir yumurtlama vaadetmektedir. Fakat Cevher’in tanıtımında bir uyarı yer alır: “Kaynak sensin, herşey senden geliyor, herşey sana ait. Sadece daha iyi bir versiyonun bu. Tek kural paylaşmak. Bir hafta bir bedende, sonraki hafta diğerinde. Her birinde yedi gün. Mükemmel bir denge. Unutmaman gereken tek bir şey var, ikisi de sensin, kendinden kaçamazsın.” Bu uyarının önemini filmin devamında anlamaya başlarız. Çünkü Cevher’i kullandıktan sonra söz konusu olan ayrı bedenlerde bütünlüklü, bağımlı olunan ve üretken bir yaşamın sürdürülmesidir.
Elisabeth'in sıvıyı kendine enjekte ettiği sahne bir bağımlının profesyonelliğini çağrıştırır ve devamında fantastik bir doğum sahnesi izleriz. Diğer benlik ana bedeninden ayrışır fakat yaşamını sürdürebilmek için iki benliğin birbirine ihtiyacı vardır. Unutulmamalıdır ki asıl arzu; ayrı bedenlerde aynı hissetme arzusudur. Bunu sağlayabilecek olan ise; kaynak ile kurulacak mükemmel denge yani simetridir. Sonraki yaşam ancak bu şekilde bir telafi olacaktır.
Kaybın telafisi olması beklenen bütün bu bileşenler, yenidoğanın yaşamsal ihtiyaçlarını çağrıştırmaktadır. Nitekim söz konusu olan da zaten “ben”i tekrar doğurmaktır. Bu vesile ile aslında Elisabeth’in içsel nesneleri ile olan geçmiş/güncel ilişkilerini, benliğinin kendine karşıt bir aygıt gibi çalışmasını izleme imkanı buluruz.
Klein’a göre; doğum itibariyle yitirilen anne bebek birlikteliğini ve buna eşlik eden güven duygusunu yeniden kurabilmenin yolu, doyurucu meme veya temsilcisi ile sağlanan zihinsel ve fiziksel yakınlıktır. Meme; besleyen, doyum veren, haz sağlayan, üreten, kaygıyı gideren kaynaktır. Bebeğin bu kaynağa yatırım yapabilme yetisi önemlidir. Bu mümkün olursa anne sevilen nesne haline gelir. Iyi memenin içe yansıtılması ve “ben”in parçası olması tekrarlanan bu doyum deneyimlerine bağlıdır. Bu yolla memeyi içinde taşıyabilir. Umut, güven ve iyiliğe inancın da temelleridir bunlar.
Bunun tersine mahrum bırakan meme ise “kötü meme” olarak yer alır. Mutlu ve mutsuz bu deneyimler benlik bütünlüğüne giden yolun ilk yapı taşlarıdır. Bu dönemde ilişkinin bu bağımlı niteliği de anne ile bebeği bir bütün olarak tasarlamayı gerektirir. Çünkü yenidoğan bütünleşmiş bir benliğe sahip değildir.
Bu döneme hakim kaygı, hem benliğin hem nesnenin yıkıcı itkilerce yok edilmeye yol açacağı korkusudur. Sevgiden her an emin olma ihtiyacının kökeni bu kaygıdır. Arzu da bu yıkıcı itkilerin ve buradan doğan kaygıların meme/anne tarafından giderilmesi arzusudur.
Kendisine Sue adını veren öteki benlik ayna karşısında kendini keşfetmeye başlar, yeni bedenine dokunur, özgürce kullanarak bedenini, sınırlarını keşfetmeye çalışır belki. Bunu keşfetmesine olanak sağlayan, kapsayıcı ve paylaşılan bir “ben” birliği vardır ve sarı kaban da bunun temsilcisidir. Yumurta sarısını bir arada tutan o zar gibi. Ana arzusunu sürdürür ve çıkarıldığı işe geri dönmeyi başarır. Elisabeth’e dair davranışları da empatik ve merhametlidir burada. Kendisine kaynak sağlayan bedenle de ilgilenir, yaralarını onarmaya çalışır. Yani her şey yerli yerinde, dolayısıyla da bütünlüklü görünmektedir ilk başta.
Birinci Rüya
Sue’ya dair bu bir haftalık döngü oldukça renkli, canlı ve mutluluk dolu aktarılırken, sıra Elisabeth’e geldiğinde bir rüya görür. Rüyada karanlığın içinden siyah bir motosiklet hızla üzerine doğru gelmektedir ve korkuyla uyanır. Acı içinde, hareket bile etmekte zorlanan, tahrip olmuş bir beden ile. Rüyanın da hissettirdiği gibi bir saldırıya maruz kalmıştır sanki. Sue ile olan birlikteliğini temsil eden iki göz yumurtayı açgözlü bir biçimde yer. Kendi saldırganlığının nesnesi olduğu belirginleşmeye başlar. Yaralı bedene ruhsal acı da eşlik etmektedir. Dünya karanlık, kasvetli, ıssız, boş bir yerdir. Günlerin hızla geçmesini bekler.
Resmedilen bu karşıtlık yoluyla bir yanın yaşamın doyum ve zevklerinden yararlanabildiği fakat diğer yanın bundan mahrum kaldığı görülür. Doyan/doymayan, mahrum bırakan/mahrum bırakılan eksenine yerleşir karakterler dönüşümlü olarak. Sıkça yıkanmak da; bu yaşantıların yarattığı agresyonun yarattığı suçluluktan kurtulma çabası gibidir.
Aslında başlarda iyi ile kötü, yani haz veren ve vermeyen arasındaki bir bölme işlemi zorunludur. Kötüyü iyiden ayrı tutarak, iyi nesne muhafaza edilmiş, kirletilmemiş olur. Ideal koşullarda iyi ile kötü arasında bir sentezi sağlayabilmek mümkün olur fakat yıkıcı itkilerin fazlalığı bu kurulumun önüne geçer. Iyi nesnenin tam olarak kurulumuna engel olan bir niteliği vardır. Tolere edilemeyen doyumsuzluk yaşantısı bu döngüde açgözlülüğe sebebiyet vermektedir.
Açgözlülük; özneyi sürekli uyaran fakat doyurulması imkansız bir isteklilik halidir. Memeyi kurutma, içini boşaltma, tüketme ve tümüyle yutma amacı taşır. Yıkıcı bir içe yansıtmadır bu. Bu gasp yoluyla kaynağın kendisine sahip olunacaktır ve bağımlılık ortadan kalkacaktır.
Döngünün üçüncü haftasında Sue Elisabeth’i (diğer yarısını) karanlık bir bölmeye kapatır, gömer. Elisabeth de o sahnede bir ölüyü andırır. Sue'nun davranışları hoyratlaştığı gibi bakışları da farklılaşır, hınç alır gibi bakmaktadır. Tek gözü tahrip olmuş posteri de taşır oraya. Artık sadece Sue olan silüetine bakmak istemektedir halbuki gözünü diktiği yer Elisabeth’in kaynaklarıdır. Elisabeth’in bu bölmeye taşınması hoyratça bir içini boşaltma ve ihtiyacının kalmaması arzusu gibidir.
Bir gözünü diğer yanına kapatmaya çalıştıkça gerçeklik ile olan bağı da zayıflamaya başlar. Iç gerçekliğinin etrafında şekil alır dünya. Benliğinin diğer yarısına bir öteki gibi bakmaya başlar, birlik bozulur.
Ikinci Rüya
Bu rüyada Sue’nun yılan derisinden oluşan kıyafetinin fermuarı açılırken içeriden parçalar dökülmeye başlar. Bu parçaların arasında derisi olmayan bir yılan da yer almaktadır. Bunlar olurken Sue bir erkek ile sevişmektedir. Korkuyla uyanır Elisabeth.
Rüyada Sue’nun seviştiği kişi daha önce Elisabeth’in rüyasında gördüğü motosikletin sahibidir. Belki de Sue Elisabeth’in içinde yer aldığını düşündüğü penisi, erkeği ondan çıkarıp almaktadır. Bütün bunları yaparkenki misilleyici tavrı dikkat çekicidir. Bunun yarattığı tahribat da çürümüş gibi görünen işaret parmağıdır.
Elisabeth Sue’nun gasp ettiği erkeklerle karşılaşır. Özellikle motosikletli figür önce saldırganlaşmış, sonra da hızla uzaklaşmıştır ondan. Ondan çalınanlar gibi.
Haset gaspla sınırlı kalmaz; kötü parçaları anneye yerleştirmek ister. Arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur. Haset duyulan ilk nesne de besleyen memedir. Bütün arzulanan orada sınırsız bir biçimde bulunmakta fakat alıkonulmaktadır. Bu yaşantıların sık tekrarı nefreti arttırır. Haz ve memnunluk hisleri zarar görür. Haset duygusu istenen şeyi sahibinden çekip almaya ya da bozmaya, kirletmeye yöneltir.
Sarı kaban artık sadece Elisabeth tarafından kullanılmaktadır. Daha çok sarınır kabana. Saklanmaya, kamufle olmaya, korunmaya çalışır. Hareketlerine korku ve endişe hakimdir. Başka bir kullanıcı ile karşılaşır, bu kullanıcı Elisabeth’in duygularının tercümanı gibidir ve tükenme kaygıları belirginleşir.
Kendinden geriye kalanları bulmak ister gibi boş çantaları karıştırır, geriye kalan bir erkeğin telefon numarasını bulur. Buluşmak için hazırlanırken her aynanın karşısına geçişi onarılamaz olanı gösterir belki de ona.
Tedarik edici konumunda olan telefonun diğer ucundaki ses, dengesi kaybolan bu ikili birliğe dahil edilmeye çalışılan bir üçüncü gibidir ama bu ilişki de sevgiye dayanmayan, sevgiden beslenmeyen bir ilişki olması itibariyle işlevsiz kalmaktadır. Herhangi bir üçüncü kalıcı bir yer bulamamaktadır karakterlerin hayatında.
Üçüncü Rüya
Elisabeth’in açgözlü bir şekilde tükettiği tavuk parçaları Sue’nun bedeninde başkalarının da farkedebileceği şekilde görünür olur. Sonrasında Sue bu tüm tavuk parçasını bedeninden acı verici bir biçimde çıkarır.
Bu rüyanın sonrasında gittikçe artan nefrete ve düşmanlık duygularına tanık oluruz. Agresif bir şekilde tüketmek, zarar vermek frenlenemez bir seviyeye ulaşır. Elisabeth gıdaları hoyratça parçalayıp kendi bedenine katarken Sue’ya zulmetmekte, diğer tarafta Sue Elisabeth’i kurutuncaya kadar sömürmektedir ve bu yolla onu daha da tahrip edilmiş, kötü hale getirmektedir. Bütün bu bölme ve parçalama işlemleri tükenme, yok olma/etme noktasına gelmeyi kaçınılmaz hale getirmektedir.
Haseti hafifleten haz ve duyulan şükrandır. Şükran hem kendindeki hem başkasındaki iyiliği yaşayabilmeye olanak verir. Zevk, memnuniyet, sevgi yetisi oluşturur. Başka insanlarla bütünleşme duygusunu da mümkün kılandır bu. Onarım yapma ve yüceltme yeteneğinin öncülüdür.
Sue katıldığı programda güzelliğini şükran duyabilme yetisi ile ilişkilendirse de; kaynağını yadsıması bunun tam tersi bir eylemdir.
Elisabeth Sue’yu yok etmeye karar verir ve yok edici sıvıyı enjekte ettikten sonra muhtemelen kendinden geriye bir şey kalmadığını hissederek pişman olur ve onu tekrar geri döndürür. Fakat böylesine şiddetli bir yıkımın nesnesi olan kaynak Elisabeth, Sue eliyle vahşice, durdurulamayan bir öfkeyle yok edilir.
Yaşamsal kaynağını yok etmiş olan Sue kendini kaynak olarak kullanıp yeniden üretim çabasına girdiğinde ise ortaya çıkan bütünlükten yoksun, dağınık, tanınır olmaktan uzak bir varlıktır. Hiçbir vücut parçası olması gereken yer ve formda değildir. Kendisi gibi parçalanmış bir elbisedir üzerindeki de. Dünyayı da artık tek göz ile görür.
Asıl kaynağı olan Elisabeth’in fotoğrafını yüzüne yapıştırarak çıkar sahneye en son fakat o maske de düşer. Içinden süt kanalı ile birlikte bütün bir memeyi kusar gibi dışarı atar. Korku ve dehşetle karşılanır. “Benim, Elisabeth, Sue, benim” dese de ortada bir “ben” yoktur. Parçalanmaya devam ederken kendi ekseni etrafında dönerek tüm dünyaya kan kusar.
Son sahnede kendini taşıyacak bir beden bile yoktur ortada ve kuruyarak, süprülerek “ben”in yok oluşunu görürüz.
Son olarak;
Güzel-çirkin, yaşlı-genç, iğrenç-çekici gibi zıtlıklardan filmde sıkça yararlanılmış. Aynı izlenimler seyircilere de yaşatılmaya çalışılmış. Benim bu filmi izlediğim salonda ben de dahil seyircilerin bu filmi nerdeyse bir gözü kapalı izlediğine şahit oldum bazı sahnelerde. Salona girmeden önce birinin kusmuş olmasından dolayı temizlik yapılıyor olması da belki yönetmenin yapmak istediğini layıkıyla yerine getirmiş olabileceği izlenimini yarattı bende. Nitekim iğrenç olanı dışımızda tutmak, dışarıya atmak genel eğilimimizdir. Gözümüz görmesin, içimizde kalmasın. Halbuki; güzel, estetik, çekici olan da içimize almakta, içimizde tutmakta zorlandığımız bu geçmişe dayanmaktadır, tıpkı doğum gibi. Yaşamı var eden ve devamlılığını sağlayabilen iyi ile kötü olanı bir arada tutabilme, sentezleyebilme ve dönüştürebilme kabiliyetimizdir.